Alaşehir'de Kurtuluşun Bilinmeyen Hikayesi

Alaşehir'in tarihine ışık tutuyoruz... Araştırmacı yazar Veli Kaya "Alaşehir'de Kurtuluşun Bilinmeyen Hikayesi'ni " kaleme aldı.

Reklam
Reklam

 

Türk birlikleri ilerledikçe arazi şartları değişmeye başlamıştı.Üzerinde her çeşit sebze ve meyvenin yetiştiği yeşil ve bereketli Gediz Ovası,cennet bahçelerinden bir örnek sunulmuşcasına önlerinde uzanıyordu.

Nihayet Alaşehir görünmüştü.Aman Allahım! O da ne ? Görünen sehrin adı Alaşehir’di,ama manzaraya bakılırsa buraya,Kara şehir demek daha uygun düşerdi.Şehirden mavi gökyüzüne katran rengi dumanlar yükseliyordu.

Yunan terk etmeye başladığı şehri öğle saatlerinden ihtibaren kundaklamaya,yakmaya başlamıştı.
Bu savaş koşulları içinde evleri ya da dükkanları yaksalar kabullenilebilir ama Yunan ne yapıyordu ? Evlere,camilere hayvan sürüsü gibi doldurduğu insanları canlı canlı ateşe veriyordu.Vahşetin,insanlık suçunun tarihi yazıyordu.Havada yoğun bir et yanığı kokusu vardı.
Halide Edip,Türkün Ateşle İmtanı kitabında bu durumu “O şehri daima insan eti kokusu gelen bir fırın gibi hatırlarım”diye yazacaktı.

Gerçektende görüntü korkunçtu,şehri terk eden düşman geride yanmaktan kurtulabilmiş sadece 27 ev bırakmıştı.Her taraf enkaz,yanmış cesetlerle doluydu.
Yunan baskınında dağlara kaçarak canlarını kurtarmayı başaran halk,Türk askerinin geldigini görünce gruplar halinde dağlardan geri dönüyor,yangın yerinde,yıkıntılar içinde yakınlarını bulmaya çalışıyorlardı.

Anasının,babasının,eşlerinin,evlatlarının,bebelerinin yanmış cesetleriyle karşılaşanlar şoka giriyor,çıldırıyor,bilinçsizce yıkıntıların içinde ağıtlar yakarak deli gibi bağıra çağıra geziniyorlardı.
Hele kadınlar.Geride kalmış çoçuklarını,analarını,babalarını bu yıkıntılar içinde bulabilmek için enkazı elleriyle,tırnaklarıyla kazıyor.Üst başları perişan bir durumda,kaybettikleri yakınlarının isimlerini sayıklayarak,bulabilmek umuduyla etrafta koşuşup duruyorlardı.
Sanki Cehennem Alaşehir’e inmiş gibiydi.Halk nefret ve kinle Yunan’a beddualar okuyor,küfürler savuruyordu.

Akşam saatlerinde Başkomutan da Alaşehir’e  gelmişti.”Sarıkız”maden suyu civarında,Ilıca’da yanmaktan kurtulan birkaç evin olduğu yere Kararğahını kurmuş.İçinde geç kalmışlığılın tarifsiz üzüntüsünü  yaşıyordu.
Bir ağaca yaslanmış,elindeki sigaradan derin nefesler çekerek,öfkeyle hâlâ dumanları tüten şehre bakıyordu.

Önündeki yoldan askerler büyük bir sessizlik ama kararlılık içinde hızla düşmanın ardı sıra yürüyordu.Üstleri başları toz toprak içinde,başlarından,boyunlarından akan terler vucütlarına yapışan tozlar arasında,süzülerek akıyordu.
Çatlamış dudakları ve ağız çevresini saran beyaz tuz zerreleri günlerdir çektikleri susuzluğun göstergesiydi.Ilıcanın suyu özlemlerini dindirmişti,doyasıya su içiyorlardı.Yanlız askerler mi ?Hayır;askerinin geldigini gören,sırtında kap kacağı,götürebildikleri eşyalarıyla dağlardan dönen Alaşehir halkı da.
Susuzluklarını gidermek için geldikleri bu çeşmenin başında Mustafa Kemal'i görüp tanıyanlar,bütün sıkıntılarını unutup,toplayabildikleri son güçleri ile alkışla tezahürat yapıyorlardı.Gazi Paşa'larına dertlerini söylüyor,bir çare bulmasını bekliyorlardı. 
-Üzülmeyin,milletimizin fedakar ordusu sayesinde artık toprağınız kurtuldu.Biliyorum bu topraklarda sizler,Alaşehir'in eskisinden daha mükemmel bir yenisini kurarsınız.
diyerek cesaret veriyordu Başkomutan bu perişan insanlara.
Onlarda hep bir ağızdan ;
-Başımızda sen oldukça,Allah'ın izniyle hepsini yaparız...Sayende yaparız,yapacağız!"
diye söz veriyorlardı.
Bu sırada süngülü askerlerimizin arasında dağlarda,çarpışmalarda ele geçen esir Yunan askeri aynı subaşına geldiler.Onlar da susuzluk çekiyorlardı,berrak suları şarıltıyla akan pınara imrenenerek bakıyorlardı.
Az önce dağdan dönen,susuzluklarını gideren ev sahipleri,bu saygısız,acımasız topluluğa yeni bir insanlık dersi verir gibi kenara çekilip su içmeleri için yol açtılar.O an,hepsi birden,bir sürü gibi çeşme başına üşüştüler.Birbirlerini iterek,dalaşarak suya ilk önce varmanın kavgasını yapiyorlardı.Susuzluklarını giderdikten sonra istasyona doğru, esir kamplarına sevk edilmek üzere götürüldüler.
Doğudan gelmeye devam eden kalabalığın arasında birkaç tanıdık yüz de vardı: Halide Onbaşı ile Ruşen Eşref! At sırtında, aç ve susuz yaptıkları yolculuğun yorgunluğu yüzlerinden okunuyordu. Gazi Paşa gelenlerin bu perişan durumlarını görünce şaka yapmaktan kendini alamadı.
—Ne o! Yorulmuş gibi bir haliniz var.
—Ah Paşam! Yorulmak ne kelime, sırtımızdaki kemiklerin hepsi isyan halinde.
—Halinize şükredin. Ya piyadeler gibi yaya yürüseydiniz, ayakta çarık kalmamış, sırtınızda yükler olsaydı, haliniz nice olurdu.
—Haklısınız Paşam. Bağışlayın.
—Latife yaptım zaten. Ama durumunuz gerçekten vahim görünüyor, isterseniz sıhhiyeyi çağırtayım.
—Sağ olun Paşam! İzninizle şu pınarda elimizi yüzümüzü yıkayıp, susuzluğumuzu giderirsek bir şeycikler kalmaz.
—İsterseniz “Sarıkız” soda imalathanesinin bahçesindeki havuzda yüzebilirsiniz de.
Ruşen Eşref ve Halide Edip, Paşa’nın keyfinin yerinde oluşundan yine şaka yapıyor sandılar.
—Bu defa latife yapmıyorum. İnanmazsanız gidin bakın havuzun içi askerlerle dolu. Eh! Eğlenmek en çok onların hakkı zaten.
Gerçekten de soda imalathanesinin bulunduğu düzlükten neşe dolu sesler geliyordu. 
Ruşen Eşref bakmak için giderken Halide Onbaşı, subaşındaki kadınlarla konuşmayı tercih etti. Kadınlar anlattıkça Halide Onbaşı ayakta duracak gücü kendinde bulamayıp hemen yanı başındaki devrik bir ağacın üstüne çöküp kalmıştı.
Akşam yemekte yine bir araya gelen Paşalar durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Sofrada davetli bulunan Halide Onbaşı çok durgundu, söylenenleri duymuyor gibiydi.
—Hasta mısınız Onbaşı?
—Hayır, Paşam, sadece düşünüyordum...
—Sizi bu denli derin düşünceye sevk eden mesele nedir?
—Taaa! Dünya Savaşı’ndan beri, milletler, ırklar, birbirlerini daima öldürmek, yakmakla uğraşıyorlar. Her insanın yüzünde, karşısındakini nasıl öldüreceğini düşünen bir maske var. Yüzleri insan, dilleri insan olabilir, fakat kendileri insandan bir başka tür. İçimden bir ses bu türden ayrılmak, kurtulmak istediğimi söylüyor...
—Anlıyorum. Bugün gördükleriniz ve duyduklarınız, sizi epeyce üzmüş.
—İçimdeki yalnız üzüntü, kin değil, insana duyduğum nefrettir. İnsanlığımdan utanıyorum Paşam...
—Savaşta olur böyle şeyler Onbaşı. İnsanlar bazen savaş şartlarının ağırlığında ilkel ve vahşi benliklerine yönelirler. Çok şükür ki insanın diğer yaratıklardan farkı; aklı var, çabucak medeniyete dönerler. Hem size güzel bir haberim var. Son terfilerde siz de Çavuş oldunuz.
—Teşekkür ederim Paşam!
Aslında havanın değişmesi için çok güzel bir sebep ve zamandı. Ama Halide Hanım’ı yumuşatmaya, rahatlamaya yetmemişti.
—İzniniz olursa ben yatmaya gideyim, çok yorgunum.
—Elbette! Sizin için bir oda ayrılmıştı, umarım rahat edersiniz. Hayırlı geceler.
—Cümleten hayırlı geceler efendim...
Halide Onbaşı kendisine ayrılan, içi boş maden sodası şişeleriyle dolu küçük odasına yöneldi, peşinden can yoldaşı “Yoldaş” isimli köpeği takip ediyordu, sahibesinin içeri girip kapıyı kapatmasını bekledi ve kapının önüne kıvrılıp o da uyumaya başladı.
Masa başında kalanlar havayı dağıtmak için değişik konulara değiniyorlardı. Mustafa Kemal, Ali Çavuş’a seslendi:
—Ali çavuş! Yeni çamaşırlarımı hazırla, yatmadan önce banyo yapacağım.
Mustafa Kemal, banyosundan sonra Sarıkız önlerine park etmiş bir askeri kamyonun üzerinde kurulu çadırına çekildi.
Yukarıdan, havuz başından Mehmetlerden birinin yanık sesiyle okuduğu uzun havanın nağmeleri aşağıya, ovaya doğru hüzünlü bir şekilde dökülüyordu;
“Havada bulut yok, bu ne dumandır?
Mahlede ölen yok, bu ne figandır?”
 Kaynak:Alaşehirimizin Kurtuluşunun Bilinmeyen Hikayesi ‘Mustafa Kemalin Mucize Ordusu’İsimli kİtaptan Yazarı Güzel Dost Salihli’li Mustafa Uçar’ın İzniyle kullanılmıştır.Saygıyla


alaşehir alaşehir kurtuluş savaşı